Türkiye'de siyaset gerçekten zor bir konu. Siyasetin temelinden bir terslik söz konusu. Tuzu kuru kapitalistler veya serbest piyasadan en fazla yararlanacak olanlar solculuk (ulusalcılık?) oynarlarken siyaset teorisine göre sola oy vermesi beklenen işçi ve köylü kısmı ise muhafazakarlara sarılıyor. Bense şu aralar olan tüm gelişmeleri (AKP'nin kapatılma davası, türban serbestliği vs.) rant kavgası olarak görüyorum. Bir güç ve para paylaşımı kavgası var bana göre. Sahnedeki oyun ise ikincil öneme sahip.

Uzun zamandır takip ettiğim yazarlardan Nuray Mert dün güzel bir yazı yazmış:


[...] Tüm bu çatışmanın tarafları diyebileceğimiz görüşlerden biri, 'Ortada tartışılacak şey yok, laikliğin tanımı belli, gereği yapılıyor, çoğunluk da olsa, kimin ne dediği önemli değil' diyor. Diğer taraf, 'Çoğunluk seçimle iradesini gösterdi, kralını tanımayız, biz daha kalabalığız, demokrasi budur, gerisi boş' havasında. Ne laiklik 'tartışılmaz bir konu', ama ne de 'demokrasi'. Ne, laikliği 'Türban denilince yakın tehlike oluşur' dar kafalılığı ile tanımlamak mümkün, ne de demokrasi 'İş sandıkta biter, kimin kalabalığı çoksa onun borusu öter' diye tanımlamak mümkün. Bu durumda, ortadan konuşmayıp ne yapalım? Taraflardan ikisinin kafası da içimize sinmiyor olamaz mı?
Dahası, önemli olan benim veya başkasının ortadan konuşmakla eleştirilmesi değil, tartışmada, bu ortanın, eski deyimle 'vasat'ın bulunmaya, korunmaya değil, tam tersine mahkûm edilmeye başlaması. Ben bu durumun son derece tehlikeli olduğunu, ülkeyi, toplumu kötü bir sürece sokmakta olduğunu düşünüyorum. Bu noktada, 'demokrat' arkadaşlara kendimce bir tavsiyede bulunmak isterim. Bence, demokrasi mücadelesi, âlelâcele taraf olmakla, bir iki klişeye sarılıp, dünya yansa, o klişelerde ısrar etmekte sakınca görmemekle verilmez.

Bundan sonra benim de sürekli vurguladığım bir konuya değiniyor Nuray Hanım. Batı demokrasileri şu anki durumlarına çok sıkıntılı uzun bir süreçten sonra geldiler. Paris'in merkezinde Conciergerie adında esasında kraliyet sarayı olarak kullanılan ama sonra devrimle birlikte hapishaneye çevrilen bir bina var. Onu gezerken duvarlarında giyotine götürülmüş insanların isimlerini gördüğümde çok şaşırmıştım (Marie Antoinette'ın öldürülmeden önce hapsedildiği oda da burada). Avrupa'da halkların haklarını aradıkları ve elde ettikleri, bu arada binlerce suçsuz insanın telef olduğu çok fazla olay var. Bu olaylar sonucunda kazanılan deneyim ile kurumların yerleri belirleniyor, sağlamlaşıyor ve sistem işliyor. Nuray Hanım her toplumun aynı yollardan geçmek zorunda olmadığına değinmiş. Bence bu fikir hem doğru hem de yanlış. Atatürk'ün devrimleri aslında birer kısayoldu Türk milleti için. En sevdiğim örneklerden kadınlara seçme ve seçilme hakkının birçok Avrupa ülkesinden önce verilmesi (mesela Fransa'dan 10 sene önce!) kadınların çaba sarfetmeden elde ettikleri bir haktı. Şu an geride olduğumuzu düşündüğüm pek çok alan da yine Atatürk'ün devrimleri ile sağlanan kazanımlardı (bunda eğitimden tutun sağlığa, bilime çok geniş bir yelpaze var). Bu devrimlerin ne kadar yerleştiği sorusu ise Türkiye'de hep gündemde. Yine kadın hakları örneğine geri dönersek, Türkiye'deki kadın milletvekili sayısı Batı'nın oldukça gerisindedir.

Dolayısıyla Batı bu deneyim ile kurumlarını sağlamlaştırırken Türkiye bunda geri kaldı. Batıda kurumlar önemliyken yeni Türkiye Cumhuriyeti'nde biraz da Osmanlıya benzer bir şekilde kişiler önemliydiler. Bunun bir sonucu olarak ülkenin gelişim potansiyeli de önemli ölçüde kişilere bağlı kaldı. Konuyu dağıttım biraz ama özetle demek istediğim kestirme yolların ülkeyi belirli bir seviyeye getirebileceği ama bundan sonrası için zaman gerektiği. Gelişmekte olan bir ülke olarak kalan, Arapların çok ilerisinde ama Batının da çok gerisinde olan Türkiye'nin durumu da bence buna uyuyor.

Kendi iyimser bakış açıma göre zaman geçtikçe, Türkiye'de tabular yavaş yavaş kalkıp demokrasi deneyimi oluşmaya başladıkça, kurumlar yerli yerine oturacak. Bugün çok muğlak bir alan olan yasama-yürütme-yargı üçgeni birbiri ile yarışmak/çekişmek yerine Batı'da olduğu gibi birbirini denetler/tamamlar hale gelecek.

Tekrar Nuray Hanımın yazısına dönecek olursam, yazı şöyle bitiyor:
Umarım, en azından, olanlardan, siyasi çıkış veya şov alanı çıkarmak isteyenler kadar, bir makul vasat yakalama, bir umut kapısı bulma arayışında olanlara derdimi anlatabiliyorumdur. Daha önemlisi, umarım, bu ülkede bu dertte olanlar az değildir.

Hayır, çekilen sancıların gerçek nedenlerini bilenler ve makul bir çözüm arayışında olanlar az değiller. En azından bu açıdan az da olsa umutluyum.