Şu aralar İsmail Cem'in önemli bir kitabını okuyorum, "Türkiye'de Geri Kalmışlığın Tarihi". Kitabın Temmuz 1979 tarihli baskısı (ilk baskı 1971 yılında yayınlanmış) ODTÜ kütüphanesinde mevcut, okumak isteyenler benden sonra ödünç alabilirler. Kitabın büyük bölümünde İsmail Cem Batının kötü tesirlerinden, geleneksel anlamda iyi kabul edilen çeşitli reformların (Tanzimat [ve fermanı], Islahat Fermanı ve Meşrutiyet) kötü tesirlerinden uzun uzun bahsediyor. Osmanlı'nın anlatıldığı bölümlerden sonra gelen Tek Parti bölümünde de benzer eleştiriler sürüyor, bana göre İsmail Cem'in hayal kırıklığı (tabii benim de hayal kırıklığım) ortaya çıkıyor:

Cumhuriyetin 1923-1938 dönemindeki ekonomik ve sosyal başarısızlığın temel nedeni yönetimin sınıfsal yapısıdır. Ayrıca, iyi niyetli unsurların sosyoloji ve ekonomi konularındaki tecrübesizliğidir. Bu iki noktadan hareket edildiğinde, izlenen ekonomik ve sosyal siyasetin gerçek nedenlerine varılabilmekte, aynı yapıdaki bir yönetimle daha başka sonuç almanın imkansızlığı görülmektedir.

Sayfa 279.

İsmail Cem burada özellikle liberal özellikler gösteren ekonomiyi eleştirmekte, Batılı emperyalistlerin yerini onların yerel işbirlikçilerinin aldığını, derebeylik (feodalite, toprak ağalığı) düzeninin devam ettiğini anlatmaktadır. Bunu daha iyi anlamak için kitabın bu bölümünü okumak gerekiyor.

İsmail Cem'in ilk senelerdeki ekonomik yönetimin temel ideolojisinin yanlış olduğu fikrine katılmasam da, bazı eleştirilerini çok haklı buluyorum. Özellikle İş Bankası etrafında dönen yolsuzluklar, siyasetçilerin de karıştığı çeşitli rüşvet, adam kayırma olayları devletçi/liberal ekonominin düzgün işlemesine izin vermediler. O zamanki Türkiye ekonomisi (şimdiye benzer bir şekilde) düzenlemelerin olmadığı, siyasetçilerin yasalar çıkarıp geri çektiği, yolsuzlukların yaygın olduğu bir kaos şeklindeydi. Bütün bunların kaynağını ise İsmail Cem doğru belirliyor: "aynı yapıdaki bir yönetimle daha başka bir sonuç almak imkansızdı".

Tek parti dönemi ve sonrasında da büyük oranda benzer hatalar yapılıyor. Özellikle tek parti döneminin son zamanlarında artan ekonomik tutarsızlık, köylüyü inciten vergiler ve çeşitli yolsuzluklar artık bir seçenek çıkınca ona yöneliyor. DP'nin iktidar oluşu Batılaşmanın halk kitlelerine genel olarak fayda getirmemesi, bundan dolayı da insanların üst yapıya tepki vermesi olarak görülüyor (üst yapıdan kasıt: Batı tipinde bir görünüme sahip olan, Ankara Palas'ta danslara giden bürokratlar, ezanın Türkçe okunması zorunluluğunu vs).

İsmail Cem'in açık bir şekilde gösterdiği, ve bizim de kendi deneyimlerimizden onayladığımız iyi yönetememe ve geri kalmışlık durumuna karşılık sunduğu çözümler çoğunlukla soyut kalıyor bana göre.

Geri kalmış toplumlarda ilerlemeyi sağlayacak dinamikler bireysel davranışlarda değil, kitlelerde aranıp bulunabilir. Yapılması gereken şey, bütün halklarda var olan birikimi ve derin tutkuları araştırıp meydana çıkarmak, onlara biçim vererek toplumun bünyesine ve ekonomik gerçeklere uygun kalkınma yöntemleriyle birleştirmek, özdeşleştirmektir; toplumu, kendi öz benliğine ileri bir düzeyde kavuşmaya yöneltmektir.

Sayfa 42.


Alıntıdaki cümleler sanki herhangi bir partinin programından çıkabilirmiş gibi geliyor. İsmail Cem'in bazı somut önerileri de var. Cumhuriyetin ilk dönemlerinde devletçiliğin daha fazla ön planda olmasını savunuyor örneğin. Bir toprak reformunun yapılmış olması gerektiğini söylüyor. Bunlar tarımın iyice gerileyip sanayinin onu geçtiği, hizmet sektörünün ise en önemli sektör olması gereken günümüz ekonomisi için zamanı geçmiş öneriler; tabii kitabın yayınlandığı 70'lerin başı için daha uygundular şüphesiz.

Bunun dışında kitapta NATO ve ABD'nin kucağına oturduğumuz yıllar ilginç bir şekilde, ilk elden ve arka planlarıyla anlatılıyor. DP iktidarı eşraf (ağalar vs.) ve tüccarların iktidarıydı ve kendi meşruluklarını sağlama almak için ABD ve NATO'ya dayandılar. Bana oldukça mantıklı geldi. Sonrasında ise çokça yazılıp çizilen malum olaylar, Kıbrıs çıkarması sırasında silahlar sorunu ve ABD ambargosu, çıkarma yapma ekipmanının eksikliği, yetersiz uçak tekerleri ve Erbakan'ın Kaddafi'den uçak lastiği dilenmesi, çıkarma sırasında kendi gemilerimizi bombalamamız vs. ve geri bırakılan ulusal savunma sanayisi...

Kitabın sonlarına doğru şöyle bir sonuca varılıyor:

Temeldeki bozukluğun, 600 yıllık tarihin ve günümüzdeki genel durumun incelenmesi sonucunda ortaya şöyle bir gerçek çıkmaktadır: Türkiye'nin asıl meselesi kalkınmayı sağlayacak birimlerin yokluğu değil, yanlış yönde ve biçimde, kalkınmaya önder olamayacak sınıf ve zümrelerin önderliğinde kullanılmasıdır; birikimlerle harekete geçirecek dinamiklerin yeterli olmayışıdır.

Sayfa 490.


Ve son paragraf, neyse ki umut dolu:

[...] Türkiye, boşuna yaşanmamış bir deney olan tarihiyle, dünün ve bugünün hazırladığı teorisiyle, bugünün ve yarının hazırladığı pratiğiyle, kendi tarihsel doğrultusunda yarına gidecek; Türk halkı, hızını kendisinden alan bir eylem sonucunda başarıya ulaşacaktır.

Sayfa 503


İsmail Cem politikacıların yeteneksizliklerini, ekonomiyi doğru dürüst anlamadıklarını, yolsuzlukların her dönem ekonomiyi sınırladığını doğru bir şekilde anlatıyor. Ama bunun arka planına pek değinmiyor bence. Bir mühendis olarak bilimsel/teknolojik arka plan benim ilgimi çekiyor. Özellikle karşılaştırma yaparak başka ülkelerden nasıl ayrı bir yol izlediğimizi görmek ilginç olacaktır.

Karşılaştırma için seçtiğim örnek Japonya. Japonya'yı seçmemin nedenleri basit aslında, Batılı bir ülke olmayıp Batılı kurumları kullanabilmesi onu ilginç kılıyor. Batı ülkeleri (Avrupa, Kuzey Amerika, Avustralya vs.) kendilerine özel bir süreçten geçtikleri için karşılaştırma yapmak açısından uygun bir seçim değiller. Tüm Batılı ülkelerin 1500'lerden itibaren yeni dünyayı sömürerek Rönesans'a ve diğer devrimlere kaynak olacak sermayeyi biriktirmeleri ve İsmail Cem'in kitabında da anlattığı ortak bazı başka özellikleri onları kendimizle karşılaştırmamızı zorlaştırıyor.

Japonya'nın 1600 ile 1800'ler arasındaki durumu Osmanlı'nın durumu ile şaşırtıcı derecede benziyor. Osmanlı'daki ayanlara (devlet ileride Sened-i İttifak ile ayanları dizginlenmeye çalışacaktır) benzer şekilde Japonya'da da derebeylik düzeni etkin. Şogun denilen askeri komutanlar ülkeyi yönetiyorlar. 1868'e kadar iktidarda olan Tokugawa Şogunluğu Sakoku denilen bir dönemi başlatıyor, bu dönemde ülke neredeyse tamamen kapalı ve izole durumda. Osmanlılara da benzer bir şekilde bu kapalılık politikasının nedeni Batı'nın kötü etkilerinden korunmak, statükoyu devam ettirebilmek. Osmanlılarda da Batı'dan gelen birçok yeniliğe karşı çıkılacak, çeşitli nedenlerle rededilecekti. İleride yine Osmanlılara benzer şekilde Batı'dan zorlama yarı-sömürge kurma amaçlı kapitülasyonlar Japonya tarafından verilecektir. Japonların bizden farkı, en kapalı oldukları zamanlarda bile Batı ilmini öğrenmeleri, bunu anlayarak önce taklit edip sonra geliştirmeleri oldu. Tokugawa Şogunlugu doneminde imtiyaz verdikleri tek ülke olan Hollanda'dan birçok alanda bilim öğrendiler. Tokugawa Şogunluğu sona erip Meiji düzeltmesi ile izolasyonlar kaldırıldığında ise bu öğrenme çok büyük artış gösterdi. Dünyanın çeşitli ülkelerine öğrenciler gönderildi. Bunlardan bir örnek olan Iwakura Seferinin amaçlarından bir tanesi, vikide yazan haliyle şu:

To gather information on education, technology, culture, and military, social and economic structures from the countries visited in order to effect the modernization of Japan.


Bunun dışında binlerce uzman da ülkeye davet edilip parayla çalıştırıldı. Japonlar ülkelerinin Rönesans, Tarım ve Sanayi Devrimlerinden geri kalmamaları için bilinçli ve planlı bir şekilde çalıştılar. Osmanlı ise büyük oranda sadece askeri kurumlarını düzelterek işin içinden sıyrılabileceğini düşündü. Tabii arka planda çeşitli başka nedenler de var ama sonuç olarak bilim ve teknikteki büyük gelişme takip edilmedi. Sadece askeri okullar modernleştirildi, yoksa bir milleti kurtaracak büyük liderin ve ileride ülkede söz sahibi olacak politikacıların çoğunlukla asker kökenli olmaları bir tesadüf değildi. Kamunun eğitim sistemi düzeltilmedi ve medreseler aynen devam etti. Bunu gösteren en büyük örneklerden birisi okuma yazma oranı, Osmanlı'da 19. yüzyıl başlarında %2-3 iken yüzyıl sonuna doğru %15 oldu. Karşılaştırma yapmak açısından, Japonya'da Şogunluk döneminden kalan eğitim sistemi sayesinde aynı dönemde okuma yazma oranı %80'lerin üzerindeydi.

Varmak istediğim nokta özet olarak şu: İsmail Cem kitabında Batı'dan gelen olumsuz etkilerin üzerinde çok duruyor. Bence bu etkiler kaçınılmaz olarak yaşanacaktı. Asıl sorun ise bu etkilerin yeterince değerlendirilememiş olması. Tüm kurumların baştan sona düzenlenmesi gerekiyordu. Bu olmadı, eğitim sistemi kitleleri yükseltmedi. Bilim ve teknikteki ilerlemeler takip edilmedi.

Geçen yaz o zamanlar dekan olan şimdiki İstanbul Kültür Üniversitesi Rektörü Dursun Koçer'in "300 Yıllık Gecikme" isimli bir sunumunu izlemiştim (bkz. Erdal İnönü'nün aynı adlı kitabı), sunumda çeşitli kurumların, tekniklerin Osmanlı ve günümüz Türkiye'sine yaklaşık 300 yıl sonra geldiğini gösteren örnekler vardı (matbaa, gözlemevi, bilimler akademisi gibi örnekler ışığında). Bu sunum beni çok etkilemişti. Çağı takip etmemek bence yeni Türkiye Cumhuriyeti'ni de kötü yönde etkisi altına aldı. İsmail Cem'in çok doğru olarak belirttiği gibi "sosyoloji ve ekonomi konularındaki tecrübesizlik" çok seneler devam edecek, Türkiye iyi yönetilemeyecektir. Meritokrasinin ne olduğunu bilmeyen, yolsuzlukların kaide olduğu, insanların okumadığı, bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olduğu bir ülke, beceriksiz yöneticiler, memurlar. İşte günümüzün resmi.