Brexit: Şimdi Ne Olacak?

Dün sabah AB'den ayrılma referandumunun sonuçlarının kesinleşmesinden sonra çalıştığım şirketin 1 kurucusu ve CEO'su, "Brexit" başlıklı ve Türkçe "Saygılarımla" diye biten bir e-posta yolladı (Türkçe'den önce başka dillerde de çalışanları selamlıyordu). 700 kişilik şirkette, 3 Türk içinde vatandaş olmayan tek ben olunca daha bir üzerime alındım. Özetle, harika bir şekilde "çalışanlarımızın haklarını her zaman savunacağız" diyordu. Benim çalıştığım mühendislik bölümünün büyük çoğunluğu İngiliz olmayanlardan oluşuyor, dolayısıyla AB'den çıkış hatırı sayılır bir gelecek endişesi yarattı.

Kaseti biraz geriye saralım. İngiltere 2 Suriye mülteci akınında fazla göçmen kabul etmedi ve AB içi göç konusunda da ortalama bir yere sahip bir ülke. Bunun altını çizmek gerekiyor çünkü kendi kişisel anekdotlarını veya fikirlerini gerçek olarak kabul etmek hepimizin düştüğü çok yaygın bir davranış. Gerçek bir mühendis olarak istatistiklere baktığımızda İngiltere'nin göçmenler konusunda ortalama bir yere sahip olduğunu görüyoruz. Örneğin ülke dışında doğmuş nüfus oranları, İngiltere için %13, Belçika %16, Fransa %12, İrlanda %16 ve Almanya %13.

AB referandumu yaklaşırken göçmenler konusunda abartılı bir korku ortamı yaratıldı. Bulvar gazeteleri ve UKIP gibi ırkçı partilerin (kafanız karışmasın, hiçbiri AKP kadar ırkçı değiller bu arada) sunduğu tabloya göre göçmenler gelip gerçek İngilizlerin "işlerini, yardım paralarını alıyorlar, okul ve hastanelerini dolduruyorlar".

Tüm bu korku politikasının yanında, ayrılma oyu verenlerin başka geçerli ve kişisel sebepleri de var. Göçmenler yine de hatırı sayılır bir sayıdalar ve maaşların artmasını engelliyorlar. Eğitim ve sağlık alanında sıkıntılar var, özellikle hemşire ve öğretmen eksiklikleri belirgin. Yakın akrabalarımdan ve arkadaşlarımdan bazıları bu yüzden AB'den ayrılma yönünde oy verdiler. Düşünsenize AB'nin sağladığı serbest dolaşım ile bu ülkeye geliyorsun ve AB'den ayrılma yönünde oy kullanıyorsun :)

Sonuç olarak kıl payı, %52 ile ayrılma sonucu çıktı. Başbakan Cameron hemen istifasını sundu. Paralelliye bağlamak yok, faiz lobisini, üst akıl'ı (!) suçlamak yok, terörü azdırıp (İngiltere IRA'dan yıllarca çekti) dikkat dağıtmak yok, "400'ü verin huzur içinde çözülsün" diye tehdit yok... İstifa var, saygı var. Boşuna demokrasinin beşiği demiyorlar.

Peki Şimdi Ne Olacak?

Benim de yaşadığım İskoçya AB lehine oy verdi. Bundan sonraki ilk referandumda bağımsız olacağını düşünüyorum. Zaten artık kendi parlementosu ve hükümeti olan bir ülke ve İngiltere ile düşünce farkları iyice belirginleşiyor.

Ekonomik anlamda İngiltere'nin bundan sonra zorlanacağını düşünüyorum. Referandum göçmenlik karşıtlarının elini güçlendirdi (AB ayrılıkçılarının ana argümanı buydu). Yeni başbakan Boris Johnson olacak gibi. Son genel seçimde UKIP oylarını artırmıştı, Nigel Farage artık daha etkin. İngiltere kendi kabuğuna çekiliyor gibi görünüyor. AB ise en büyük 2. ekonomisini kaybetti. Rusya için iyi haber.

Göçmenler olmadan taksileri kimler sürecek, restoranlarda yemekleri kimler servis edecek? Belediye evlerinde (council flat) yaşayıp işsizlik yardımı alan İngilizler mi? Pek çok işi göçmenler yapıyor, ve birçok istatistiğe göre yerel insanlardan daha az yardım alıyorlar ve daha az suç işliyorlar. Hemşire ve diğer meslek kollarındaki çalışan eksiklikleri nasıl kapatılacak? Gelişmiş ülkeler arasında eğitim kalitesinin en düşük, eşitsizliğin en yüksek olduğu ülkelerden biri olarak negatif ayrışıyor İngiltere. Dünyanın en iyi okulları (Oxbridge denen Oxford ve Cambridge ikilisi ve ortaöğretim konusunda Eton mesela) ile vasat okullar yanyana, ortaçağı hatırlatan aristokrasi sınıfı, lordlar, baronlar vb. ile işçi sınıfları bir arada. Eğitim kalitesini yükseltmek ve eşitsizliği azaltmak yerine göçmenleri suçlamak daha kolay geliyor.

Üzerinde güneş batmayan imparatorluk kendi sonuna bir adım daha yaklaşıyor 3.


1 Birlikte çalışmak isterseniz Skyscanner kariyer sayfasına bir bakıp bana e-posta atın :)

2 Büyük Britanya ve Birleşik Krallık tanım olarak İngiltere'yi de kapsıyor ancak Türkçe'de bu ayrım yaygın değil, bir de AB gibi dış ilişkiler İngiltere'deki Westminster'daki parlementonun kontrolü altında. Bu yüzden İngiltere deyince dış ilişkilerde Büyük Britanya ve Kuzey İrlanda ya da Birleşik Krallık olarak algılayın. İç ilişkilerde ise İngiltere, Galler ve İskoçya birbirinden bağımsız, ülke içerisinde birer ülke olarak geçiyorlar.

3 Heyhat, zamanın ruhunu durdurmak ne mümkün?

Hepimiz Sorumluyuz

Türkiye'deyken dolaştığım sokaklarda şimdi bombalar patlıyor. İnanılmaz derecede üzgün ve öfkeliyim. İnsanlar ölürken AKP, onun atadığı bürokratlar ve muhalefet, titanik batarken çalmaya devam eden kemancılar gibiler.

Herhalde bugünün gelişi dünden belliydi. 17 Aralık yolsuzlukları sonrası "paralel" bahanesi ile tüm polis teşkilatı, istihbarat ve yargı hallaç pamuğu gibi dağıtıldı. Deneyimli ama muhalif, biat etmeyen insanlar liyakate bakılmadan harcandı, yerlerine kuklalar kondu. Dış politikadan iç güvenliğe her konunun iflas etmesinde şaşılacak bir durum var mı gerçekten? Ancak sadece AKP ve AKP sempatizanlarını suçlamak da kolaya kaçmak değil mi?

Yerde teklemelenen madenci yakınını, Gezi'de gaz yiyen kırmızı elbiseli kadını anlamamaktan; empati yoksunluğundan biz sorumluyuz. Konformist olup kendi rahat alanımızdan çıkmayarak koyun gibi güdülmekten biz sorumluyuz. El-alem veya aile baskısı ile fikirlerimize en yakın parti yerine kabile bağı duyduğumuz partiye oy vermekten biz sorumluyuz. Sivil toplum örgütlerine katılmamaktan, zamanımız yoksa en azından bağış bile yapmamaktan biz sorumluyuz. Sadece "barış" diye haykıran akademisyenler götürülürken yanlarında olmamaktan biz sorumluyuz.

En ufak bir fırsatta kapağı yurt dışına atmaktan biz sorumluyuz. Bu cahil, yobaz halktan biz sorumluyuz. Ne emek ettik, ne bekliyorduk ki?

Hediye Hayatlar

Önümde Milet antik kentinden koca bir yapı. İki katlı. Bir müzenin içerisinde. Çok heybetli ama Almanya'nın en çok ziyaret edilen müzesinin ana eseri değil. Asıl eser, müzeye de ismini veren Bergama Tapınağı, müze binasının restorasyonu nedeniyle ziyaretçilere kapalı. Anadolu'dan çıkarılan bu eserleri görmek için binlerce kilometre uzakta 2 saat sıra bekleyip 12 Euro vermek gerekiyor.

Müzenin girişinde koca bir Türkiye haritası var. Eserlerin çıkarıldıkları yerler işaretlenmiş. Osmanlı padişahı birçok eseri zamanın demiryollarını yapan Almanlara hediye etmiş. Topuklu ayakkabı ile ezilen mozaikleri, çanak çömlek diye hor görülen tarihi eserlerimizi düşününce insan çok fazla sinirlenmiyor. Gezerken aklıma geliyor, Türkiye'de, bizim müzelerdeki kalıcı koleksiyonlarda hiç Almanya'dan eser var mı? Çok mu iyimserim ne?

Son 1-2 senede Berlin'e taşınmış birkaç arkadaşla konuşuyorum. Hepsi halinden memnun. Sonra aklıma geliyor, biz de modern zaman hediyeleri miyiz yoksa? Okuyoruz, kendimizi geliştiriyoruz ve çat, ülke bizi istemiyor artık. "Size gerek yok" diyor, "bizim yeterince kendi adamımız var". "Burada yaşamak istiyorsan sesini çıkarma" diyor, "hakkı, adaleti en iyi biz biliriz". "Ya bizdensin" diyor, "ya da vatan haini, paralel, afedersin Ermeni, sol marjinal". Etiketlerden etiket beğen.

Ve bizi Batıya hediye ediyor.

Başkalarının Kelimeleri

Beni tanıyanlar bilir, İngilizcem mükemmel olmasa da iyidir. Yurt dışında yaşamaya başlayınca gerçek seviyemi farketmeye başladım. Bu durum aynı zamanda doğal diller konusunda çokça düşünmeme de yol açtı.

Hollanda'da hemen hemen herkes İngilizce konuşuyor. Birçoğu gerçekten çok çok iyiler. Booking'te İK'dan Valerie'ye "Amerika'dan mısın" diye sormuşluğum var ilk gün, bazıları o derece iyiler (hayır, kendisi Hollandalı :). Kelime dağarcıkları, günlük konuşma dilleri (buna "colloquial language" deniyor) ve deyimlere hakimiyetleri çok iyi. Türkiye'de biz cümlenin gramerini, zaman kiplerini düşünürken buradakiler cümle kalıplarını seçip doğal bir şekilde konuşuyorlar. Bir süre sonra sen de alışıyorsun, ilk duyduğunda şaşırdığın kalıplar doğal gelmeye başlıyorlar.

Hollandalılarla bu konuda sohbet ederken hemen hepsi yabancı filmlerin dublaj yerine alt yazılı verildiğini özellikle vurguluyorlar. Kısa bir süre yaşadığım Danimarka'da da aynı durum vardı. İki ülkede de İngilizce konuşma oranının %90'a yakın olması belki de tesadüf değil.

Dil öğrenmek aslında başkalarının kelimelerini kullanmaya başlamak mı? Bebekken, ilk dilimizi anne babamızın kelimelerini kullanarak öğrenmiyor muyuz? ODTÜ'de aldığım İspanyolca dersinde öğretmen sadece İspanyolca anlatıyordu dersi. Eminim bu konuda çok fazla araştırma ve makale vardır, ben üşeniyorum bunları bulmaya.

Bazı deyimleri öğrenmek olağandışı durumlarda oluyor. Geçen hafta sıkça masa tenisi oynayıp beraber yemek yediğim iş arkadaşım babasını kaybetti. Ani bir kalp krizi. Avustralya'daki evinden bu kadar uzak ve expat olunca insanın çok fazla dayanabileceği arkadaşı olmuyor haliyle. Gecenin bir buçuğunda bisiklete atlayıp evine gittim, yalnız bırakmayıp sarıldım kendine.

Kelime dağarcığım ne kadar zayıfmış! "Başın sağolsun" nasıl denir ki İngilizce? "Üzgünüm" dedim, "ne diyeceğimi bilmiyorum" dedim, ki gerçekten bilmiyordum da. Biraz zor oldu, ama bir şekilde başardım sanırım. Ne yaparım, ne söylerim diye çok korkmuştum ama insan hallediyor bir şekilde.

Hem İngilizcem hem de Hollandacam, ben farkında olmasam da gelişiyor. Bazen üzücü olaylar yaşansa da, ve bazen sırf bu yüzden...

Endülüs, Simyacı ve Seyahat Hakkında

İlk kez Ryanair ile uçacaktım. Ucuz havayolu olmasının avantajı belki de buydu, uçakta kasıntı, burnu havada insanlar değil, öğrenciler ve paradan daha değerli şeylerin olduğunu bilen birçok insan vardı. Yan koltukta oturan İspanyol kızla anlaşmaya çalışırken Endülüs hakkında çok da bir şey bilmediğimi anladım. Kızın memleketi Cadiz ('kadif' gibi okunuyor, sondaki z için dilinizi üst damağınıza yapıştırın ama dudaklarınız açık kalsın :)) bile bana bir şey ifade etmiyordu. Vişne'nin yazısını okumuştum bir ara ama işte hafızam beni yarı yolda bırakmıştı.

Konu bir şekilde Tarifa ve Tanca şehirlerine geldi. Ve ben yıllar önce orta sonda okuduğum romanı hatırladım: Simyacı. Romandaki çoban Endülüs'teki memleketinden yola çıkıp Kuzey Afrika'yı tamamen geçiyor ve aynen bizim seyahatlerimizde olduğu gibi, başladığı yere geri dönüyordu. Endülüs'te Arap ve İslam etkisini bulacağımı biliyordum ama bu kadar etkileneceğimi ben bile tahmin edememiştim.

Sevilla

Kasım ortasında Sevilla'ya indik ama hava ve insanlar sıcacık karşıladı bizi. Ne de olsa biz de Akdenizli'yiz dedik ve harikulade sokaklarını arşınlamaya başladık.

Beautiful Sevilla Architecture

Sevilla'da eski şehirde sokaklar dar, evler birbirine çok yakın. İnsanların sıcaklığı evlerine de yansımış neredeyse. Özellikle Kuzey Avrupa'dan sonra hemen anlaşılıyor bu farklar.

Sevilla

Yukarıdaki fotoğrafta bulunan sokak işaretini arkadaşım pek sevmedi ama bence otantik bir hava kattı fotoğrafa :)

Giralda

Endülüs olunca tabi her yerde Arap ve İslam etkisini hissediyorsun. Büyük şehirlerdeki ana katedraller camiden çevrilmişler ve bazıları halen "mezquita" (İspanyolca'ya Arapça mescit kelimesinden geçmiş) yani cami olarak biliniyorlar. Giralda, Sevilla'daki ana caminin minaresiymiş, daha sonradan eklemeler yapılmış.

Al-Kasr of Sevilla

Katedral ve Giralda'dan sonra gideceğimiz diğer şehirlerde de bulacağımız Alcazar denilen saraya girdik. İsim olarak Arapça El-Kasr'dan geliyor. Muhteşem bahçeleri ve işlemeli odalarına bayıldık. Yukarıdaki fotoğraf elçileri ağırladıkları Hall of Ambassadors odasındaki kubbenin işlemeleri. Burada ağırlanan elçilerin herhalde baya etkilendiklerini söylemeye gerek yok.

Tüm İspanya yarım adasını işgale gelen Araplar çölleri ve Akdeniz'i aşarak gelmişlerdi. Söylenceye göre kölelikten komutanlığa yükselen Tarık bin Ziyad gemilerle İspanya'ya geldikten hemen sonra askerlerin geri dönme umudu kalmasın diye gemileri yaktırmıştı (böylece "gemileri yakmak" deyimini de dünya dillerine armağan etmiş oldu, yine Cebel-i Tarık Boğazı da ismini bu komutandan almakta - Tarık'ın Dağı).

Al-Kasr of Sevilla

Çölleri aşıp İspanya'ya gelen bu insanların suya ne kadar önem verdiklerini tahmin edebiliriz. Bu yüzden tüm saraylarında, bahçelerinde su başrolde.

Al-Kasr of Sevilla

Allah'a ortak koşma korkusuyla insan resimleri ve heykel İslam uygarlığında yasaktı. Bunun yerine ikame edilen sanatlar ise bu uygarlığının vardığı en üst noktayı bize gösteriyor (sonrası zaten yokuş aşağı). Desenler, renkler, gerçekten mükemmel bir uyum barındırıyor.

Sevilla'da görmeniz gereken bir başka yer de Espana Meydanı (Plaza de Espana) ve etrafındaki park. Görmeden gelmeyin :)

Kurtuba

Sevilla'dan sonra nispeten küçük şehir Kurtuba'ya geçtik. Kurtuba'da sabah 8:30 ile 9:30 arasında bazı yerlere ücretsiz girebiliyorsunuz. Aklınızda bulunsun. Yoksa her yere 8-9 Euro ödeyip bizim gibi cebinizi deldirmeyin :) İlk olarak sabah yine Alcazar bahçelerini gezdik. Sevilla'daki Alcazar'dan sonra burası bizi çok etkilemedi açıkçası.

Kurtuba sadece camisi için bile ziyaret edilebilir. O kadar güzel bir camisi var ki, bohçamdaki kelimelerin anlatmaya yeteceğini düşünmüyorum.

Mezquita of Cordoba

Mihrab korunmuş, altın yaldızlı.

İçerisi devasa. Dünyanın en eski ve büyük camilerinden birindesiniz. Sütunların renkleri, taşlar göz alıcı. Muazzam bir mabet. Pencerelerden semavi atmosfere uygun ışık huzmeleri giriyor.

Mezquita of Cordoba

Kiliseye çevrilen bölüm de çok güzel. Portakal ağaçlarının bulunduğu iç avlusu da. Arap zamanlarında hurma ağaçları varmış, İspanyollar sonradan portakal ağaçları dikmişler.

Kurtuba küçük şehir. Ama mükemmel bir eser barındırıyor.

Gırnata

Şehrin İspanyolca adı Granada "nar" anlamına geliyor ve aynı zamanda şehrin simgesi, sokak levhalarında nar resimlerini görebilirsiniz.

Burada Play Granada'nın rehberli turuna katıldık ve eski Arap mahallesi Albayzın'ı, arkadaki kutsal dağ Sacromonte'yi ve etrafını dolaştık. Sacromonte'de çokça mağaralar bulunuyor ve buralarda halen Romanlar ve hippiler yaşıyorlar. Flamenko izlemek isterseniz en iyi yer de burası sanırım. Benim gibi yapıp izlemeden gelmeyin!

Albayzın'ı gezerken Aljibe denilen sarnıçları da gördük. Rehberimizin dediğine göre Araplardan kalma bu çeşmeler şehre su sağlıyordu ve çok yakın zamanlara, 1920'lere kadar kullanımda kaldılar.

Gırnata şehrinin talihi başkent Cordoba'nın 1236'da düşmesiyle değişiyor. Bundan sonra yarımadadaki İslam ülkesinin başkenti Gırnata oluyor ve Alhamra baş saray yapılıyor. Belki inanmayacaksanız ama 1492'ye kadar, yani Columbus'un Amerika'yı keşfine kadar (Teyyip'e göre Columbus da Müslüman ya neyse o konulara girmeyelim :), Gırnata'da Müslümanlar hüküm sürüyorlar.

Gırnata hakkında şöyle bir söz var: "Give him a coin, woman, for there is nothing worse in this life than to be blind in Granada". Benim çevirimle: "Dilenciye biraz para verin, çünkü bu hayatta Gırnata'da kör olmaktan daha kötü bir şey yok". Gırnata öyle güzel bir şehir.

From Alhambra

Alhamra Sarayı İslam uygarlığının başyapıtı tabii ki. O işlemeler, o desenler, çiniler... Girdiğimiz her odadan hayran kalarak çıktık.

From Alhambra

Şahsen ben Arap ve İslam uygarlığını bilmiyormuşum diye geçirdim içimden. Yani kitaplardan filan o kadar okuyoruz ama, görmek, dokunmak, yüzyıllardır böyle zarif durabilen yapıyı solumak bambaşka bir duygu.

From Alhambra

Her şeyi ince düşülmüş. Mükemmel bir yapıt. Hakkıyla fotoğrafını çekebileceğimi hiç düşünmüyorum. Naçizane çabalarım bunlar.

From Alhambra

Biraz garip gelecek ama fotoğraflar arasından en sevdiğim yukarıdaki oldu. Sarayın içerisinde İspanyol işgalinden sonra yapılmış 5. Carlos'un sarayında merdivenler, taş duvar ve ışık.

Sierra Nevada at the back

Elhamra'yı seyre dalacak en güzel yer Albayzın'daki Mirador San Nicolas. Buradan saray ve arkadaki Sierra Nevada (ispanyolca "karlı dağ" anlamına geliyor) mükemmel bir görüntü oluşturuyor. Üstelik canlı müzik de çabası!

Aynı noktadan bizim çektiğimiz videodaki Flamenco müziği bence daha güzel, ama bunun da görüntüleri daha iyi :)

Şehir çok canlı, çok ihtişamlı bir katedrali de var, yalnız Elhamra'dan sonra çok sönük kalabilir :) Gırnata kalbimizi fethediyor!

Malaga

Malaga'ya geldiğimizde artık Katedral ve Alcazar kusacak kıvama gelmiş bulunuyoruz. Tapas'ları mideye indirip gelen çalgıcılarla sohbet ediyoruz.

Picasso'nun doğduğu eve gidiyoruz. Barış güvercini sembolünü Picasso'nun popülerleştirdiğini öğreniyoruz. Hatta kızına Paloma (isp. kumru) ismini veriyor. Franco diktatörüne karşı direnişlerini takdir ediyoruz. Krallarının ve entellektüellerin direnişe katılmalarından mutlu oluyoruz. Darısı bizim başımıza diyoruz.

İspanyollar zengin bir millet değiller. Ama iyi yaşamasını iyi biliyorlar.

Özet

Tren ağı İspanya'da çok gelişmiş değil. Ama otobüsler kolay bulunuyor, ucuz ve rahatlar. Biz tren ve otobüs kullandık şehirler arasında. Bence seyahat açısından Ekim-Kasım ayları tercih edilmeli. Hava çok sıcak olmuyor ve tatil mevsimi geçtiği için turist sayısı daha az oluyor :)

Eve dönünce Simyacı'yı bulup tekrar okudum. İnsanın okuma zevki nasıl değişiyor kendimden anlamış oldum. Dil çok basit, karakter derinliği yok ve aşırı derecede didaktik. Mistik olmaya çalışması ayrı bir gıcık etti beni. Neredeyse Serdar Özkan veya Secret zırvalıkları ile tıpatıp aynılar (Simyacı'da birçok esinlenme var, ama anlaşılan Serdar Özkan da esinlenmenin esinlenmesini yapmış: esinlenme-ception!).

Endülüs kesinlikle görülmesi gereken yerlerden. Bol keyifler!